Küçük Tanrı



Hangi şartlarda olursa olsun yaşatmayı başardığı lükslerini dahi terketmek zorunda kalıyordu. Örneğin bir kaç hafta sonra saçlarını boyatması gerektiğinde bir çift kışlık ayakkabı ile bakımlı saçlar arasında tercih yapması gerekecek ve bu ona unutamayacağı öfke krizini yaşatacaktı. Bu hikayeyi şimdiden biliyordu fakat o an bunun için endişelenmek istemiyordu. Aslında bununla yüzleşmekten çok da korkmuyor hatta bunu içten içe sabırsızlıkla bekliyordu. Detaylarını düşünüp büyüyü bozmak istemedi. Tamamen doğaçlama olmalıydı. Çünkü bu onun sığınağıydı. Birkaç damla gözyaşı döktükten sonra ağlamanın bir çözüm getirmediğine karar verip gündelik işlerine devam edecek kadar bilinçli olmak istemiyordu. Bir anlığına da olsa delirdiğini düşünmek onun için bir fırsattı ve bunun için iyi bir sebebe ihtiyacı vardı. Aklını yitirmek en karanlık arzularından biri olabilirdi çünkü deliler, yüklerini bırakmış kişilerdi. Bir endişesi vardı ki o da delirdiği takdirde hayatın ona getirecekleri hiçbir zaman bilemeyecek olmasıydı. İçinde yanan bu cılız umudu çocuğu gibi koruyor, belki de tanrıdan kalan son bir iz olarak görüyordu. Eğer onu da kaybederse cehenneme gideceğinden ödü kopuyordu. 

  Yaşayacağı bir sinir krizi ile en dibi görürse belki o zaman yeniden ayağa kalkmayı umuyordu. Fakat bu kadercilikten vazgeçmediği sürece dışarıdan gelen hiçbir güç ne yazık ki yardımcı olmayacaktı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi geçmişte kazandığı zaferleri ve kavgaları da eskisi kadar ihtişamlı gelmiyordu gözüne. Yeterince zeki olmamasının sebebi olarak sunabileceği nadir görülen nörolojik bir rahatsızlık veya üzüntü kaynaklı psikosomatik bir hastalığı olmasını isterdi. Hiç olmazsa ara sıra bayılması da yeterdi. Yine delirme mevzusundaki gibi, aynı sebeple ölümcül bir hastalık da dilemiyordu. Eğer tercih yapma şansı olsaydı tuhaf iç konuşmalarını ve beş para etmeyen fikirlerini açıklayabilecek, kısacası toplumun uygun gördüğü biri olamamasının mazur görülmesini sağlayacak bir kişilik bozukluğunu seçerdi. Bu sayede tembellik etmediğini kendine ispatlamış olacak ve tüm sorumluluğu tanrıya yükleyebilecekti. İnsanların ona acımasını istiyordu. Fakat inadına hastalanamıyordu sanki. Hatta cildi de eskisinden daha canlı görünüyordu. 
        
   Sabahları erken saatlerde uyanır ve gördüğü rüyaları anımsamaya bile çalışmadan yataktan çıkacak gücü toplamayı denerdi. Rüyalarından gelecek o ilahi mesajı beklemekten artık sıkılmıştı. Aynı şeyi o kadar uzun süre tekrarlamıştı ki artık gökyüzüne veya odasındaki ışık miktarına bakarak saati hemen hemen tahmin edebilir olmuştu. Eğer geç sayılabilecek bir saatte uyandıysa kendine kızar ve günü kaçırmasından yakınırdı. Sanki kendinde aradığı şeyi sabahın erken saatlerinde bulacakmış gibi bu alışkanlığından hiç vazgeçmiyordu. Öğleden sonra çöken rehavet akşam olduğunda yerini kedere bırakırdı. Onu çaresiz hissettiren tek şey kendisiyle ilgili taşıdığı cılız umuduydu. Oldukça sessiz ve ısrarcıydı. Ait olduğu kişinin korkularıyla başedecek kadar beslememişti fakat hep oradaydı. Ne zamanla yok oluyor ne de gücü tamamen eline alabiliyordu. Şayet kendiyle ilgili en ufak bir ümidi olmasaydı o zaman hayatı daha basit ve anlamsız olabilirdi. Kendini yaratma ve görünür olma arzusu yıllar içinde manipülatif bir dosta dönüşmüştü. Kendi ruhundan ve zekasından izler taşımayan işler yaptığında, evrenle bir olup huzurunu kaçırırdı. Bu dostu çok iyi tanıyordu. 
         
   Yataktan çıkacak bir sebep bulamadı ve öylece kalkmaya karar verdi. Sabahları aç olarak uyanır ve kalkar kalkmaz ekmekleri kızartır, nadiren de yakardı. Bu kez ekmekleri ısıtmadan önce radyoyu açtı. Kısa bir patlama sesininin hemen ardından neşeli bir anons girdi. Sunucunun enerjik sesi ve konuşurken bariz gülümsemesi sanki bilmediği bir lisanı duyuyor gibi hissettirdi. Bu anons ancak başka bir gezegenden gelmiş olmalıydı. Ekmek dilimi elinden düşürmesine değmeyecek kadar değilse de kavramasına engel olacak kadar sıcaktı. Diğer elindeki soğuk ve ağır tereyağı bıçağı durumu dengeliyordu. Başlarda epey inatçı olan tereyağı ekmeğin sıcaklığıyla gittikçe daha itaatkar hale geliyor fakat eridikçe bu defa ekmeğin yoğun kokusunu bastırıyor, ikisi de mağlup olup birbirlerini tamamlar hale geliyorlardı. Ekmek üzerindeki bu kısa serüven dünya üzerindeki tek meselenin yağın eşit miktarda erimesiymiş gibi hissetmesini sağlıyordu.

   Evinde yalnız olduğu ve kimseye gülümsemek zorunda olmadığı için şanslı hissetti. Kimsenin onu anlamayacağına dair peşin hükmü vereli yıllar olmuştu. Yalnızca insanlarla değil aslında kendiyle dahi açıkça konuşmuyordu. Onun bile bilmediği şeyler vardı. ¨Kim olacağını bilememekten ötürü tasalanıyor, kim olmak istediğini de bilmiyordu. Kendinde bin bir mümkünün varolduğunu hissediyor fakat bunlardan bir tanesi olmaya rıza gösteremiyordu. Ve yaptığı her hareketin çehresinin silinmeyecek bir çizgisini meydana getirdiğini düşündükçe ürküyordu. Öyle bir çehre ki, bir seçime varamadığında, onu cesaretle sınırlayamadığında kararsız, şahsiyetsiz, korkak ilan edilecekti. Tanrıya yalnızca tek bir şey istemeyi ve durmadan onu istemeyi ilham etmesi için yalvarıyordu.¨ 

  Anons bitip en sevdiği şarkı çalmaya başlayınca mutlu olmaktan kendini alıkoyamadı. Kimi zaman kafasının içindeki sis perdesi dağılıp hakikati görür gibi olduğunda hayretle kalakalırdı. Kafasında yarattığı ve onu her şeyden alıkoyan gölgeyi farkeder, farkettiği gibi o kapı hızlıca kapanırdı. Kendi kendini baltalamayı yirmili yaşların başında huy edinmişti. Neredeyse hiç çabalamadığı şeyler için büyük hedefler koyar, başarısız olduğunda ise zekasının yetmediğine kanaat getirirdi. Böylesi hem daha kolay hem de masumdu. Hayal kurmakta olduğu kadar felaket senaryolarında da yaratıcıydı. Hiç fikri olmadığı bir konuda dahi kendine neden yapamayacağı dair onlarca tecrübeli gibi görünen neden sayabilirdi. Zaten bu dünyada özel bir varolma sebebi varsa, bu kader elbet kendiliğinden onu bulacaktı. Birşey yapmasına gerek yoktu. En doğru zamanda onun sırası gelecekti. Hayatını yönlendiren ve onu hayattan alıkoyan bu kaderci strateji aslında onu hayal kırıklıklarından da koruyordu. İstemsiz yarattığı bu güvenli alan illüzyonu git gide şişmanlayan, şişmanladıkça daha çok yiyen ve hareket edemeyecek hale gelen bir beden gibiydi. Gün gelip yerine sığamayacak duruma geldiğinde bir anda yok olup, hiç var olmamış hissi yaratacaktı. Böylelikle insan aklının almadığı bir yalnızlığa düşecek, kendisi tarafından aldatıldığını görecekti. Başkaları tarafından kandırılmak her zaman daha kolay kabul edilir. İnsan hiç kendini aldatır mı?

   Ne aklına ne de yaşamına kıyabiliyor, haketmediğini düşündüğü tereyağlı ekmeği arsızca yiyordu. Şarkının duygu dolu nakaratıyla güçlenip tabağındaki her şeyi art arda ağzına sokmaya başladı. Kaderine ve çaresizliğine meydan okur gibi yedi. Ağzı epey dolduğunda yutmakta zorlandığını farketti. Ne kadar uğraşsa da ekmek, salatalık ve peynir parçaları boğazına düğümlenen duyguları geçip gidemedi. Ilık sütün şefkati iki tarafa da arabuluculuk etti ve tüm düğümleri çözmeye yetti ancak bu kez de çoktan doymuş olduğunu farketti. Tabağında kalanları yiyemeyecekti ve kendiyle girdiği bir savaşı daha kaybetti. 



Yorumlar

Popüler Yayınlar